MAHMUT ERDALIN HAYATI



Mahmut Erdal Sivas’ın Divriği İlçesine bağlı Çamşıhı adı verilen bir beldenin dokuz parça köyünden biri olan Şahin Köyü’nde (1) 1938 yılında doğar. Babası “Kambur Hoca” lakaplı Mustafa Erdal, annesi “İsa Ana” lakaplı İsmihan Erdal’dır. Babası, Yemen’de şehit olan kardeşi Mahmut’un ismini şânıyla yaşasın diye oğluna vermiştir. Mahmut Erdal ilkokulu köyünde bitirir (1950). Daha küçük yaşta iken yakın akrabası olan Şirin Hanım’la evlendirilir (1954).

1955 yılında babasının samanlığa sakladığı üç çuval buğdaydan birini gizlice satar ve aldığı parayla doğruca Ankara’ya gider. İlkokul çağlarında iken çalmaya başladığı bağlaması da yanındadır.

Amacı Ankara Radyosu’nda program yapan hemşerisi Muzaffer Sarısözen’e ulaşmaktır. “Ayağında kara lastik, bacağında
yamalı pantolon, omuzunda sazı” olduğu halde düşer büyük şehrin yollarına. Hayalinde radyo sanatçısı olmak vardır. Nitekim dileğini kısmen de olsa yerine getirmeyi başarır.

O yıllarda Mecliste odacılık yapan kirvesi Hüseyin Kara’nın yardımıyla Refik Koraltan’dan aldığı kartvizit, Sarısözen’e ulaşmasında aracılık edecektir. Koraltan’dan aldığı kartvizit Sarısözen’e ulaşmasını sağlar ama asıl amacı bu değildir Mahmut Erdal’ın...Yurttan Sesler Topluluğu’nun programına katılmak ister O.. Mahmut Erdal yaşamındaki bu önemli dönemeci nasıl yaşadığını, Sarısözen’le nasıl tanıştığını şöyle anlatır: “Nihayet Koraltan’dan kartviziti aldığım günün ertesi Radyoevi’nin kapısına dayandım.

İki saatlik bir beklemeden sonra Sarısözen geldi. Odacı ‘bu âşık sizi bekliyor’ deyince ‘gelsin odama’ dedi. Koraltan’dan aldığım katviziti Sarısözen’e uzattım. Kartviziti okumadan yırttı çöp tenekesine attı ve ‘çıkar bakalım sazını’ dedi. Sıtkı Baba’dan Ah Edip Ağlamak Bana mı Düşmüş’ü çaldım, söyledim. Çok beğendi, ‘işte tavsiye mektubu budur’ dedi. O gece Yurttan Sesler’in programında beni de anons etti. Bir de Benim İçin Ötün Turnalar’ı okudum. İlk Radyo maceram böyle oldu”(2).

Bu olayın ardından memleketine döner. 1958 yılında Divriği Demir Madenleri’nde işe başladıktan bir süre sonra 1961 yılında askere gider. 1963 yılında teskere alarak memleketine gelir. Mahmut Erdal bu süre içinde devamlı saz çalıp türkü söyler.

Bağlamayla tanıştığı ilk günden itibaren öncelikle yöresindeki ustaları dinler, onları izler. Pir Sultan, Kul Himmet, Nesimi çizgisindeki âşıkların deyişlerinden ilham alır. Kendi kuşağından Ali Metin, Aşık Hüseyin gibi âşıklarla sürekli irtibatta kalarak geleneğin içinde pişer. İlk dönemlerinde “usta malı deyiş” söyleyen her âşık gibi, O’nun da kendi deyişlerini çalacağı, söyleyeceği bir gün gelecektir...

Mahmut Erdal 1960’lı yıllarda artık iyiden iyiye bu mesleğin kendisi için vazgeçilmez olduğunu anlamıştır. Bu doğrultuda çalışmalar yapmak için büyük çabalar gösterir. Askerlik dönüşünde Yıldıray Çınar’a verdiği beş türküyle artık profesyonel müzik dünyasının içine girmiştir.

1964 yılında Ankara Radyosu’nda göreve başlar. Yine aynı yıl Radyoda açılan “mahalli sanatçı” sınavını kazanır: “Bu sırada Şemsi Belli’nin Adım Adım Anadolu programı devam ediyordu. Ara sıra Semsi Belli’nin konuğu oluyordum. Bu nedenle ismim yavaş yavaş duyulmaya başlamıştı. O yıllarda Turan Fevzioğlu Sivas milletvekili idi... Beni Ankara Radyosu’nda bir işe koyması için yalvardım. Rahmetli Fevzioğlu adımı not etti ‘ilgileneceğim’ dedi. Fevzioğlu Prof. İsmet Giritli’ye söylemiş, İsmet Giritli de Radyoevi’nin müdürü Yılmaz Hiçyılmaz’a söylemiş olacak ki müdür bana, ‘sana şimdilik bir görev verelim ileride bir şeyler yaparız’ dedi.

Ben büyük stüdyoda görevlendirildim. Mikrofonları indirip kaldıracaktım. Stüdyonun temizliği de bana verilmişti. Bu iş altı ay kadar sürdü. 1965 yılında yöre sanatçıları (o zamanki adıyla mahalli sanatçılar) için sınav açıldı. Bu sunavı mahalli sanatçı olarak Ankara’da Neşet Ertaş ile ben, İstanbul’da da Âşık Daimî kazanmıştı”(3).

Bu yıllar Mahmut Erdal’ın altın yılları oldu denilebilir. Zira artık sesi radyolardan işitilir, halk gecelerine sıklıkla konuk olur. 1966 yılında Grafson firmasından çıkan ilk plağı ile müzik sektörünün ayrı bir platformunda da var olduğunu gösterir. Bu çalışmalarını öylesine ilerletir ki 1966-1974 yılları arasında 85 adet 45’lik plağını dinleyicilerle buluşturur. 60’lı yıllar siyasal açıdan Türkiye’nin yeni bir sistem içinde yer aldığı yıllardır. 1961 Anayasasıyla oluşan bu yeni ortam ve dünyadaki siyasi hareketler Türkiye’de çeşitli biçimlerde yorumlanmış, “köy-kent”, “zengin-yoksul”, “halk-seçkinler” türünden ikilemler iyiden iyiye ortaya çıkmıştır.

Mahmut Erdal da beslendiği kültür kanalları gereği yaşanan değişime kayıtsız kalmaz/kalamaz. Yeni oluşum içinde aktif değilse bile dolaylı olarak yer alır. Bu siyasi hareket merkez sol biçiminde tanımlanabilir... 70’li yıllar bu yapının daha da derinleştiği yıllardır. Bu dönemde âşıkların siyasal çizgilerini belirginleştirip o yönde çalışmalar yapmaya eğilimli olduğu yıllardır; ancak Mahmut Erdal için bu türden belirlemeler çok kolay olmaz... Üstelik bu yıllara gelindiğinde, plaktan, konserlerden kazanılan parayla dört çocuk ve bir ev geçindirmek kolay değildir. Ayrıca TRT’deki “mahalli sanatçılık” görevi de buna izin vermeyecektir...

1970’li yıllar Mahmut Erdal’ın yaşamında derin içsel çelişkiler, toplumsal çalkantıların kişisel sorumluluğu ve maddi kaygılarla geçer. 1976-1977 yıllarında Almanya’da 7 adet kaset çıkarır. Ancak iç çelişmeleri ve özel hayatındaki bazı sorunları, mesleğin en verimli döneminde O’nun sazından ve sesinden ayrılmasına sebep olur... Yine bu dönemde TRT ile de ilişkisi kesilir.

O da geçimini temin etmek için ticarete atılır. Tâ 1992 yılına kadar camiadan uzak durur. 1992 yılından itibaren şiir yazmaya ve yazdığı bu şiirleri ezgilendirmeye başlar. Bunlardan bir kısmını Yine Dertli Dertli-Barışa Semah Dönenler ile Bir Ozanın Kaleminden (4) adlı kitaplarında ve Çarelerim ,Yine Dertli Dertli , Bir Gün Anlarsın adlı albümlerinde değerlendirmiştir. Halen İstanbul’un Yeni Bosna Semtinde yaşamaktadır.

Mahalli Sanatçılıktan Âşıklığa

Mahmut Erdal’ın âşıklık geleneği içindeki yerini ele alırken çağdaşı âşıklardan farklı özellikler göstermesi sebebiyle ayrı bir biçimde incelemek yerinde olur. Öyle ki âşıklık geleneğinde sıkça rastlanan bir durum olan, âşığın ilk dönemlerden itibaren kendi şiirlerini söylemesi/yazması keyfiyeti Mahmut Erdal’da görülmez. O daha çok ilk dönemlerinde usta malı deyişleri icra eden mahalli sanatçı kimliğindeki âşık tipini bizlere hatırlatır. Biz Mahmut Erdal’ın “mahalli sanatçılığını” ve “âşıklığını” üç dönem içinde değerlendiriyoruz; bunlar: 1955-1965 yılları arasındaki “ilk dönem”, 1965-1992 yılları arasında kalan “ikinci dönem” ve 1992 yılından günümüze kadar gelen “üçüncü dönem”dir.

Mahmut Erdal 1955 yılında Muzaffer Sarısözen’in yanına gittiğinde daha 17 yaşında olan bir gençtir. Bu dönemde âşıklıktan öylesine uzaktır ki, yalnızca köyünde, beldesinde, yakın çevresinden duyduğu deyişleri (Usta malı) ve türküleri çalıp söylemektedir. Ayrıca bu dönemin başlarında düzensiz olan hayatı da dönem içinde şekillenmeye başlar: Evlenir, çocukları olur, Ankara’ya yerleşir, işe girer vs. Bu dönemde ne O’nun dilini çözecek olaylar yaşanır (!), ne de O sosyal olaylara ilgi gösterir. Bu dönem, O’nun hayata ve mesleğe hazırlanması için gereken “ilk dönem”dir.

İkinci Dönem Mahmut Erdal’ın hayatının en renkli dönemidir. Mesleki bakımdan tecrübe kazanması, toplumsal konulara ilgi duyması, resmi ve özel müzik kuruluşlarıyla yakın temasta bulunması hep bu dönem içinde gerçekleşmiştir. Erdal, Çamşıhı yöresi adı verilen ve bu yöreye özgü çalış ve söyleyiş tavrı (5)olan türküleri, deyişleri ve bilhassa uzun havaları gerektiği gibi icra eden ender kişilerden birisidir. Ancak âşık kimliği hâlâ oluşmuş değildir.

Zira O seslendirdiği bazı türkülerin sözlerinde etkin rol oynamıştır ama, bu durum O’nun dilinin çözüldüğü anlamını taşımaz. Bu dönemde tanıştığı ve birlikte olduğu arkadaşları, sosyal çevresi ve dönemin sosyal koşulları hayatında belirleyici rol oynamaya başlar. İlk dönemin hayata hazırlayıcı özelliği gibi bu dönem de O’nu âşıklığa hazırlayan bir süreci kapsar.

Ve 1992 yılından itibaren kendi şiirlerini yazan/söyleyen, usta malı ve/veya yerel melodilerin yanında kendi doğdurduğu ezgilerle bu şiirleri icra eden âşık tipi ortaya çıkmıştır artık. Bu dönem, Erdal’ın gerek mahalli sanatçı olarak, gerekse âşık olarak meslekteki olgunluk dönemidir. O, son dönemde ortaya çıkan âşık/ozan kimliğinden çok, ilk ve ikinci dönemde var olan mahalli sanatçı kimliği ile geniş kitlelere seslenmiştir ve bu sayede tanınmıştır.

Özellikle derleyip aktardığı türküler, Çamşıhı yöresinin uzun havaları, deyişler ve semahlar ile halk kültürüne büyük katkılar sağlamıştır. Elbette âşıklığı da en az diğer vasıfları kadar önemlidir. Mahmut Erdal’ın halk sanatçılığı ve âşık/ozan kimliği üç bakımda önem taşır. Bunlardan biri teknik, diğer ikisi kültürel ve ideolojiktir:

1) Yöresinin türkülerini, manilerini, deyişlerini kısaca ses kültürünü derleyip, onları yeniden icra eden mahalli sanatçılığı ve bunun uzantısında ortaya çıkan ozan kimliği

2) Dede soyundan gelen âşıklar/ozanlar içinde farklı bir yer taşıması

3) Yakın dönem Alevi aydınlanmacılığı içinde yer alan ideolojik görüşün izdüşümü sayılabilecek Atatürkçü düşüncenin özgün bir temsilcisi olması.

Bu başlıkların her birisi üzerine söylenecek çok söz olmasına ve Mahmut Erdal’ı daha etraflıca anlamak gereği doğmasına karşın, biz kısıtlı albüm kitapçığı içinde ancak bu ana hatları vermekle yetiniyoruz. Âşığı tanımanın bir başka yolu olan şiirlerinden kısa alıntılarla, O’nun fikir hayatını kısaca ele almak sanırız yararlı olacaktır.

Mahmut Erdal, Hüseyin Abdal soyundan gelme ocakzâde bir âşıktır. Alevilik O’ nun için kutsal bir yoldur. Bu yolun içinde bulunan mürşitlik makamında olanlar da, pirlik makamında olanlar da önemlidir, uludur. İşte Pir Sultan da böylesi kişilerden biridir Erdal için:

Ozanların mürşidisin pirisin
Yanar bu bağrımda közün Pir Sultan
Bence sen bir evliyalar erisin
Kıblegâhtır bana yüzün Pir Sultan

Yine aynı deyişte Pir Sultan’ın yolundan gittiğini şu sözlerle ifade eder:

Felsefen düşüncen güçsüzden yana
Can feda eyledin candan canana
Mahmut Erdal gibi nice ozana
Pusula olmuştur izin Pir Sultan

1960’lı ve 70’li yılların politik ortamında pek çok acıyı yaşadıktan sonra –geç de olsa- toplumsal konular üzerine şiir söylemeye başlar. Bu dönemde (1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren) şiirlerinde daha çok, “gericiliğe”, “sömürü düzenine” karşıtlık vardır. Bununla birlikte Atatürk ve devrimlerini öven, vatan severliğe vurgu yapan şiirleri de azımsanmayacak sayıdadır.

Böyle adalette böyle düzende
Atsınlar zindana suçsa ne yazar
Din iman değildir yoksulun derdi
Ha İsa, ha Musa putsa ne yazar

Başka bir deyişinde ise:
Mahmut Erdal der ki, bu nasıl haldı
Cehalet oynadı yobaz tef çaldı
Babadan dededen miras mı kaldı
Eşekler değişti sen değişmedin

Atatürk ve devrimleri için de şöyle söylüyor:

Şanlı Ata’m anıtından bir çakıl
Sökemezler devrimlerin var iken
Vatan toprağında şer tohumunu
Ekemezler devrimlerin var iken

Mahmut Erdal sil gözünün pasını
Sarığa kul etme kafa tasını
Meşalen yanında gaz lambasını
Yakamazlar devrimlerin var iken

Elbette O da her halk ozanı gibi aşk ve sevda üzerine söylemeden edemez:

Mecnun etti bir güzelin bakışı
Yaktı bu bağrımı ateşe benzer
Yalın kılıç gibi kirpiği kaşı
Gözünün ziyası güneşe benzer

Zaman zaman güzelleri inceden inceye alaya almayı da ihmal etmez:

Mahmut Erdal der ki, bir zarif sazdın
Mevsimler içinde bahardın yazdın
Ödünsüz, gururlu bir güzel kızdın
Birkaç nikâh yemiş dula dönmüşsün

Ama sevdiğinden haber alamadı mı her âşık gibi hâli yaman olur Mahmut Erdal’ın. Bu yüzden anılmak, hatırlanmak ister; görmek sarılmak ister sevdiğine:

Beklerim selamın seher zamanı
Ilgıt ılgıt esen yel ile gönder
Engel olur ise dağlar dumanı
Mektupla geç kalır tel ile gönder

Ateşlere yakma Mahmut Erdal’ı
Tükendi takati kalmadı hâli
Kulağım haberde gözletme yolu
Ağızdan ağıza dil ile gönder

Mahmut Erdal’ın şiirlerinde âşık edebiyatının tipik özelliklerini görmek mümkündür. Biçim olarak, 8 ve 11 heceli koşmalar sıklıkla kullanılır. Erdal için şiirin biçiminden çok özü önemlidir. Bu bakımdan başka arayışlara girmediği görülür. Her yazdığı şiiri mutlaka ezgilendirmez. O, bunu da bir gereklilik olarak görmez. Anlatımda daima sadeliği, tematik bütünlüğü dikkate aldığı görülür.

Melih Duygulu

Notlar
(1) Çamşıhı yöresinde bu köye “Hacı Ağa’nın Köyü” de denilir.
(2) Mahmut Erdal’la 2002’de yaptığımız görüşme.
(3) Mahmut Erdal, Bir Ozanın Kaleminden, Ankara 2002, Çamşıhı Hüseyin Abdal Derneği Yayınları, s.58.
(4) Bu kitap 1996-2002 yılları arasında tam 7 defa basılmıştır.
(5) Çamşıhı Ağzı veya tavrı adı verilen bir uzun hava söyleyiş ve çalış biçimi vardır, ki bu dokunaklı icra biçimi Sivas’ın en karakteristik müzik tavırlarından birisidir.


Mahmut Erdal ile söyleşi
Ayhan Aydın
Çocukluğunuzdan günümüze, yaşamınızdan çalışmalarınızdan özetle bahsedebilir misiniz?
Ben 6/7 yaşından itibaren, köyümüzdeki Battal Karababa'nın (akrabamız olur) ve Aşık Ali Metin'in sazlarını dinleyerek büyüdüm. Bir kış günü Davut Sulari gelmişti köyümüze. Belli bir süre kaldı bir akrabamızın evinde. Onun sesinden ve sazından da çok etkilenmiştim. Derken ilkokula gitmeye başladım. Fakat okulu hiç sevmiyordum. Okuldan hep kaçardım. Öğretmenler büyük çocukları peşime gönderirlerdi, onlar da beni omuzlarında sınıfa götürürlerdi, ama nafile. Ben yine, yine kaçardım. Kağnı arabalarının boyunduruk kayışları vardır. Onların içlerindeki telleri sökerdim. Sonra onları tahtaya gererdim, o saz olmuş olurdu. Böyle başladım saz çalmaya. 13-14 yaşlarındayken Veysel'in taş plaklarını dinliyordum, gramofondan. Babama çok yalvardım beni Veysel'in yanına götür, diye. Bizim köye Veysel'in yöresinden bir sünnetçi gelirdi. İşte çok yalvarmama dayanamayan babam beni o sünnetçinin yanına kattı ve Veysel'in yanına gönderdi. Sünnetçi Salman'ların köyünde bir hafta kaldıktan sonra, oğlu Derviş'le beni Veysel'in köyüne gönderdi. Fakat, Veysel'in köyü ile sünnetçinin köyü arasında büyük halk ozanı Ali İzzet'in köyü vardı. Bu sefer de o köye uğrayınca beni birkaç gün bırakmadılar. Ali İzzet'in misafiri olum. Ondan da o zaman çok etkilenmiştim. Ben Ocakzadeyim aslında.
İşte bizim ocaklar, Veysel'in köylüsü, bize ikrar vermiş. Azapların Ali'si geldi beni aldı ve Veysel'in yanına götürdü. Fötrlü bir ihtiyar bir kadının yanında oturuyor, bir evde. Veysel dediler, gittim elini öptüm, işte ondan sonra derin bir etkilenmeye dönüşen tanışmışlık böyle başladı. O derin ozanlık sevgisi bugüne kadar geldi.
Zaman geçtikçe büyük haIk ozanlarımızla ilişkileriniz yoğunlaştı. Aşık Daimi, Aşık Hüdai... Büyük dostluğunuz olan isimlerden birkaçı sadece. O dostluklar gelişti, birbirinizi etkilediniz, herhalde?
Daha eskilerden Derviş Kemal, Aşık Mahzuni, Aşık Zevraki, Davut Sulari... Hemen tüm ozanlarla derin dostluklarım oldu. Ayrıca halk müziği sanatçılarının hemen tümüyle de yakın ilişkilerim oldu. (Uzun yıllar TRT'de çalıştım. ) Birbirimizle gönül dostuyduk. Yine de öyleyiz. Hepimiz biriz aslında. Aynı bedenin parçalarıyız biz halk ozanları olarak. Ozanlık bambaşka ufuklardadır.
Sizce halk ozanlığı nedir? Geçmişten günümüze halk ozanlarının yüklenmiş oldukları toplumsal misyon ne olmuştur?
Bence, bir ülkenin yasasını yazan ne kadar değerli ise bir ülkenin türküsünü yazan da o kadar değerlidir. Halk ozanları da (gerçek halk ozanları) bir ülkenin türkülerini yazanlardır. Halk ozanları halktan aldıklarını halka vermektedirler. Halkın gücüyle, halkın gözü, kulağı, dili sayılarak hizmet veren gerçek ozanlarının toplumsal görevleri ve işlevleri çok büyüktür. Sanılandan da çok büyüktür. En çok gezenler, sorunlar karşısında en fazla üzülenler, en çok duygulananlar halk ozanlarıdır. Adı üstünde halkın ozanı. Halkın ozanı olmak büyük erdemdir, ozanlığa layık ozan için. Bugün ise ellerinde saz kahvelerde bile dinlenmiyorlar maalesef ozanlar. Kimse sahip çıkmıyor onlara. Yönetim sahip çıkmıyor, insanlar sahip çıkmıyor, hiç kimse sahip çıkmıyor, ozanlara.
Halk ozanlığı geçmişten günümüze bir değişim içinde mi yani?
Hiçbir zaman gerçek halk ozanı doğruları dile getirmekten kaçınmaz. Çırakman işte, bir gecekonduda 6-7 nüfus bir arada yaşıyor. Her türlü olanaksızlıklara rağmen sanatından ödün vermiyor. Kul Ahmet tek başına, elinde sazı hala halkın içinde, köyden köye gezer durur. Ödün vermez görüşlerinden.
Eskiden halkın dertlerini daha çok isyankar tavırlarla seslendiren ozanlarımızın yanında, aşırı milliyetçilerin, aşırı dincilerin değişik tip ozanların türediğini görüyoruz. Bunun toplumsal nedeni sizce nedir?
Onlara başta devlet sahip çıkıyor. Örneğin, ders kitaplarında gördüm bir kısmını; "Çobanoğlu'nu, Taşlıova'yı, Reyhani'yi... " Bunlar gerici insanlar. Bunları devlet övüp destekliyor. Avrupa'ya gidiyorlar, konserler veriyorlar. Arabaları, evleri var, hatta Kültür Bakanlığı'ndan maaş bile bağladılar onlara. Gerçek halk ozanları ise türlü sıkıntılar içinde. Çoğunun bir yerden bir yere gidecek otobüs parası bile yok.
Pir Sultan'ların, Kul Himmet'lerin, Yunus'ların damarı Aşık Veysel'le biraz kesilmedi mi?
Kesilmedi, yaşıyor.
Taşlamalarınızla, derin bir felsefeyle, dile getirdiğiniz düşünceleriniz var, birçok şiirinizde. Üretken bir ozanımızsınız da. "Yine Dertli Dertli İniliyorsunuz" isimli bir kitabınız da yayımlandı. Bu kitabınızın oluşma öyküsünü anlatabilir misiniz?
Ben on yıl Ankara Radyosu'nda çalışmıştım. Radyo'da bir denetim masası vardı. Bizlerle seçiciler arasına bir siyah perde gererlerdi. Sonra bizi söyletirlerdi. Sürekli denetim vardı yani. Mesela ben, "Sana nasihatım var eylen yolcu / Çürük köprülerden geçme ha geçme / Mertlere haramdır namerdin suyu / Suyu Abu Hayat olsa içme ha içme" türküsünü okuduğum zaman denetime takılır okutturulmazdı. Bir böyle, beş böyle... Öyle zaman geldi ki artık dayanamaz oldum. Radyolarda işte "Kaleden at beni / aşağı in tut beni", "Kedi gözün kör olsun / Uykudan beni niye uyandırdın" gibi "türküler" ise revaçta idi. Saatlerce o türküler çalınır söylenirdi. Ben ise nihayetinde radyodan ayrıldım. Hatta öyle içerledim ki, öyle kızdım ki, 17 yıldır saz çalmayı bıraktım. Halbuki en sevdiğim yarimdir saz. Saz çalamayınca bu sefer kaleme gitti ellerim. Yazmaya başladım. Haksızlıkları gördükçe yazdım. Başımdan geçen tatlı anılarımı, çeşitli görüşlerimi yazdım, kitabımın birinci bölümünde. İkinci bölümünde ise şiirlerimi koydum. Duygu ve düşüncelerimi kitaba aktardım yani.
Şu anda neler yapıyorsunuz?
Şu anda işçi emeklisiyim. Yeni çalışmalar peşinde, derneklerde, toplantılarda türlü etkinliklerde halk ozanlarının sorunlarıyla ilgileniyorum.
"İnandım ki yaradansın nerden çıktın bilen yoktur / Arşa ismini yazmışsın yetişip de silen yoktur" Siz bir halk ozanı olarak Tanrı'yı ve Tanrı karşısındaki insanın konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Allah her yerde hazır ve nazırdır" derler, demek ki bunun ayakları vardır. "Allah her şeyi görür" diyorlar, demek ki onun gözleri vardır. "Allah her şeyi işitir" diyorlar, demek ki kulağı var. O neye benziyor? O bence insana benziyor. Ben Tanrı'yı insanla özdeşleştiriyorum. Demem o ki Tanrı'nın varlığı insanda mevcuttur. Tanrı'yı insanda görüyorum. En kutsal varlık insandır. Tanrı - evren - insan dünya her şey iç içedir, bütündür.
Anadoluisimli bir şiiriniz var; "Anadolum şu perişan haline / Dilsiz yandı, sessiz yandı, kör yandı / Zincir vurdu Hızır Paşa koluna / Abdal yandı, Sultan yandı, Pir yandı, diyorsunuz. Bir başka şiirinizde, "Özgürlük türküsünü çalıp söyledi / Ruhi Su haykırdı Neyzen neylesin / Zındana ömrünü mekan eyledi / Nazım yandı Hikmet yandı Ran yandı", diyorsunuz. Büyük ozan ve şairlere derin bir bağlılığınız var. Anadolu Uygarlığı'nın en büyük temsilcilerinin baskılar ve sömürüler altında tutulduklarına inanıyorsunuz?
Bir turnemizde, Mahzuni, Kul Ahmet, Şah Turna, Feyzullah Çınar'larla, Deniz Gezmiş'in yakalandığı yerdeydik. Gemerek'te, Çubuk'ta. Deniz Gezmiş'in yakalandığı benzinliğin sahibi bizi davet etti. (Biz onun kim olduğunu sonradan öğrendik. ) Evinde otururken Deniz'in yakalanmasından bahsetti. Dedi ki; "Bilseydim Deniz Gezmiş'in o kadar iyi bir insan olduğunu, arabamın tankerine bölme yapar istediği yere götürürdüm, onu. " Deniz Gezmiş'i oradakiler taşlamış. 0 da demiş ki, her şeyi sizler için yaptım. Beni derin derin düşündürdü bu durum. O insanlar hep halkı için güzel şeyler istemişler. O uğurda mücadele etmişler. Benim onları sevmemem mümkün mü?
"Şanlı Atam siz dünyadan göçeli / Çektiler peşkeşi yarene eşe / Soydular devleti döndüler köşe / Umutlar bağlandı Cinci Memiş'e / Gelecek karanlık bir liman oldu" diyorsunuz, Atatürk'e seslendiğiniz bir şiirinizde. Günümüzün toplumsal durumunu nasıl görüyorsunuz?
Benim babam hocaydı. Muska da yazardı. Kambur Hoca, derlerdi. O da üfler püflerdi. Aradan elli yıl geçti, yarım asır geçti, değişen hiçbir şey yok. Bu bilim çağında bu tekniğin çağında hala hurafeler, hala gericilikler... Hacılar, hocalar, üfürükçüler, Cinci Memişler, Cinci Ketoşlar, Zöhre Analar... Bunlardan umut bekleyen bir toplum. Akıllar almıyor. Türkiye olduğu yerde sayıyor adeta.
Peki bu toplumu ne değiştirecek?
Kültür değiştirecek, düşünce değiştirecek, okumak değiştirecek. Bu toplumu ancak bilim - teknik değiştirebilir.
"Derdimi duyursam dertli sazıma / Ah çeker perdeler, tel isyan eder / Gözyaşım göl olur kara yazıma / Taşar dalga vurur sel isyan eder" diyorsunuz. Ozanlık her şeyden önce bir duygu işi. Duygular da türkülere, şiirlere yansıyor?
Biz ozanlar çok içleniriz. Her şeyi içimize atarız. Sesimiz çıktıkça gidebileceğimiz her yerde her zaman diliminde dertlerimizi bağırırız. Anlamak isteyenler anlar. Anlamak istemeyenler ise, artık bilemiyorum...
Toplumsal sorunlara değinen birçok şiiriniz var. "Gecekondu çamuruna batmadan / Sekiz nüfus bir odada yatmadan / Soğan kırıp kuru ekmek yutmadan / Herkes her türküden anlayamaz" öyle mi?
Öyle. Onu yaşamayanlar o türküden anlayamazlar. Ben tanık oldum; nice insanları, ihtiyarları, kadınları götürdüler, gözlerine kırmızı bir şerit çekip işkenceye yatırdılar. Ben bunları nasıl yazmam, halk ozanıysam. Nice insanlar aç yatıyor, ben bunları nasıl yazmam onurlu bir insansam, onurlu bir ozansam. "24 Ocak ara kararı / Zenginlere sağladılar yararı / 5 Nisan'ın getirdiği zararı / Korkarım bu yara büyüyecek gibi... " Günden güne yaralarımız büyüyor. Ankara'ya 1960 yılında geldim. 1965'te Küçükesat'ta bir daire 40 bin liraydı. Şimdi 40 bin liraya ayakkabı boyatamıyorsunuz. Almanya'da benzin 1970 yılında 79 penikti, şimdi 80 fenik. Aradan 26 yıl geçti benzin Almanya'da bir fenik artmış. Bizde ise 1970'de sigara 25 kuruştu şimdi ise 50 bin lira. Ne kadar artmış? Çok hem de pek çok artmış.
Fikret Hakan'ın başrolde oynadığı "Pir Sultan Abdal" filmi büyük bir ilgi uyandırmıştı yayımlandığında. Oyunun öyküsünü siz yazdınız sanırım?
Evet, ben yazdım. Ben bir Pir Sultan aşığıyım. En çok etkilendiğim ozanların başında gelir Pir Sultan. Tüm deyiş ve şiirlerini türkülerini ezberlemiştim. Onunla ilgili her türlü kitabı ve yazıyı okudum. Fer Film'in sahibi Fahriye Tamkan'a (Emine Fer diye eski bir aktrisin annesi) gittim, anlattım Pir Sultan'ın öyküsünü. O da çok beğenip yazdı. Bir ara filmde oynaması için Yıldıray Çınar'ı düşündüler ama sonra Fikret Hakan'da karar kıldılar. Film 1966-67'lerde çevrildi ve gösterildi.
Sizin bir de "Adım Adım Anadolu" isimli radyo programı hazırladığınızı duyduk.
Ankara Radyosu'nda bir yıl süren, haftalık kültür programıydı. Anadolu Kültürü'nü tanıtmaya yönelik olan bu çalışmayı Şemsi Belli ile hazırladık.
Bir de derlemeciliğiniz var sizin. Bazı ünlenmiş türküleri de siz derlediniz.
"Bad-ı Saba Selam Söyle O Yare", "Yine Dertli Dertli İniliyorsun", "Çoktan Beri Dostu Gördüğüm Yok", "Yarim Senden Ayrılalı" gibi türküleri derledim.
Bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Ayağımda kara lastik, bacağımda yamalı pantolonla iş için Ankara Radyosu'na başvurmuştum. Bir tanıdığımız vasıtasıyla o zamanın Meclis Başkanı Koraltan'ın kartını almıştım bana yararı dokunur, diye. Radyo'da Muzaffer Sarısözen etkiliydi. Gittim iki saat bekledim Sarısözen'i, Radyo'da. İçeri uzun boylu, gözlüklü, kibar yapılı bir adam girdi, derken. Oradakiler "Hocam bu çocuk seni görmek istiyormuş" dediler. O da "Al gel sazını" dedi. Odasına çıktık. Meclis Başkanı'nın kartını uzattım. O ise karta hiç bakmadan yırtıp çöp tenekesine attı. Çıkart bakalım dedi, sazını. Ben de o günlerin "Ah çekip ağlamak bana mı düştü / Lalü figan ile hasretim yare / Sinesin dağlamak bana mı düştü" türküsünü okudum. Muzaffer Sarısözen bana dönüp dedi ki, "İşte senin tavsiye kartın budur".
Söyleşi; 1995, Ankara
Eserleri

1. Baskısı, 1997'de, Yine Dertli Dertli İniliyorsun, ismiyle yayımlanan; Bir Ozanın Kaleminden 5 baskı yaptı. Can Yayınları, 2000, İstanbul alka ne vermiştir ozanlar?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *